11 Ekim 2011 Salı
9 Ağustos 2011 Salı
Artık Rüya Görmekten Vazgeçip, "Rüya" Olmayı Beklersin...
dokunmasınlar diye inadına baharlar büyütürmüşsün....
ama ya söndürürlerse....
ya bağrından baharları...
sevgiye dair ne varsa söküp alırlarsa....
işte o zaman hayat söylenecek son sözü söylermiş....
'aşk bir rüyadan ibaret çocuk, senin kendince büyüttüğün rüyalardan..aslında sahibinin hep sen olduğu rüyalardan..uyumadığın, ama uyanmakta istemediğin rüyalardan....sen rüyanın kahramanını umursamazsın aslında...kim olduğu, ne olduğu, nasıl olduğu,nasıl konuştuğu,nasıl oturduğu önemli değil!...senin sevgin; aslında içindeki senden varolan, senin yüreğinin büyüklüğüyle ölçülür....kahramanın bir çöpçüde olabilir dilenci de, bir prenste, prenseste....önemli olan senin onu nasıl gördüğündür...hakedip haketmediğine de bakmazsın..aşk bu ya!..ee bu da senin yüreğinin büyüklüğüdür...sadece 'sev' dersin....'sev!' oda sever....ve sen gerçeğe uyanana kadar o rüyalara büyürsün..ve karşındakini de büyütürsün..en acısı belki o bile ne kadar büyük olduğunu bilmiyordur..belki o senin ona yakıştırdığın hiçbir sıfatı aslında kendinde taşımıyordur..belki o bile hala nerede durduğunu farketmiyordur...yani aslında o bile, sende ne anlam uyandırdığını hala bilmiyordur..ve bil ki...hiç birzaman öğrenemeyecektir...öğrenmesi için senin gözünden kendini görmelidir...ve asla göremez...göremeyecektir....yani gerçeğinden bağımsız bir sevgidir her zaman yaşadığın....aslında hiçbir şarkı sizin değildir!..'sen'indir...aslında okuduğun hiçbir şiiri o yazamıştır sana...ama o yazmış gibi okursun..hatta ağlarsın....aslında hiç bir filme 'siz' ağlamamışsınızdır..sadece 'sen' ağlamışsındır...gezdiğiniz sahil kenarları da belki o kadar güzel değildi....belkide sendin onları güzel yapan...yani anlayacağın; sen hep kendinle yaşadın aşkını...aslında o bile nerede, kimde, nasıl olduğunun farkında değildi ki.....ve işte en acı an gelir çocuk....'hadi' uyanma vakti!' denilir sana...'onca büyüttüğün rüyalarını al!...senden birşey bırakma...zaten yalandı herşey..rüyaydı..sen kendi kendine yaşamıştın...karşındaki hiç bildiğin gibi değildi!...bırak sevgiyi, aşkı, biz demedikmi sana rüyadan ibaret diye.bir kaç anlık mutluluktu sana bahşedilen...ne sanmıştın?...hayat iki fiil!..yaşa ve öl! herşey iki fiil!..başlar ve biter!..hadi topla ceplerine hatılaraları..haydi çocuk...gerçeğe uyanma vaktidir'....ve hiçbirşeyin ölümsüz olmadığını anlarsın o an ...hayat bu!....tek bildiğin o an zaten yaşamadığındır...öldüğün...öldürüldüğündür...ama yine de gülmek zorundasındır hayata..nefes aldığın müddetçe..yalnız bir şartla...'Bir daha asla böyle sevmeyeceğim!...
işte bu sözle öğrenmeye başlarsın hayatı...
orta karar bir hayat sunulmadı hiç önüme benim.....
ya herşey haddinden fazlaydı....
ya da kocaman bir hiç....
hiçbir zaman orta şeker bir kahveyi tatmayı bilemedi dilim.....
ya çok tatlısı geldi...
ya da gereğinden fazla yandı içim....
işte bu öğretilerin ardından, mazi denen çıkmaza gömülüp gidersin binbir pişmanlıklarla.....ama bilirsin..öğrenirsin..ve büyürsün çekilen acılarınla.....
ve en kötüsü...söylenecek olanlara geç kalmak.....susulacak olanlara erken davranmak olur 'keşke'lerinin ardında.........
önce acılarınla yanıp kül olursun, kimi zaman gelir kendinin içinde, kimi zaman gelir bir başka bedende...acının adresi nereye vuruyorsa..orda boğulup boğulup gidersin...
ve yüreğine vuran her selden sonra....ardında kalan kum tanelerini toplarsın cebine....ve yanmış umutlarını....bir şişeye koyup hepsini....savurursun geldiği yere...yani denize.....o şişe ulaşacağı yere ulaşırmı bilemezsin..ulaşması da artık senin için hiçbirşey ifade etmez!.....sadece aldığın yere teslim edersin...ve yemin edersin bir daha sevmemeye.....beklemekten vazgeçmiş dizlerinle....onun seni gelip bulmasını beklersin bu kez.....ama gelse de eskisi gibi hani denize ilk saldığın gibimi gelir umutlar?.....eskisi gibi cesaretini toplayıp bir daha toplayabilecek gücün varmıdır bu kez her bir kum tanesini?....bir kez daha mı dersin...yinemi?...'yok kalsın!' dersin...ve yemin edersin ikinci kez ölmemeye!...aşkların olmuştur...yaraların.....pişmanlıkların..suskunluk ların..geç kalmışlıkların vardır çünkü artık senin.....ve çökmüş dizlerin....ve ikici kez ölmemek için...ve öğrenirsin çocuk...düşe kalka öğrenirsin..hayat bu ya!...yine kendi kendine öğrenirsin......
ARTIK RÜYA GÖRMEKTEN VAZGEÇİP, 'RÜYA' OLMAYI BEKLERSİN.....
29 Temmuz 2011 Cuma
Gözlerin
Buluşmak seninle bir akşam üstü
Umarsız şarkılar dudağımda bir yarım ezgi
Sığınmak, gözlerine sığınmak bir akşam üstü
Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi
Bir orman bir gece kar altındayken
Çocuksu, uçarı koşmak seninle
Elini avcumda bulup yitirmek, yitirmek
Sığınmak, ellerine sığınmak bir gece vakti
Ellerin bir martı, telaşlı ve ürkek
Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken
Bir kenti böylece bırakıp gitmek
İçinde bin kaygı, binbir soruyla
Bitmemiş bir şarkı dudağında bir yarım ezgi
Sığınmak, şarkılara sığınmak bir ömür boyu
Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi
Ellerin bir martı, telaşlı ve ürkek
Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken
Zülfü LİVANELİ
21 Temmuz 2011 Perşembe
Aşkın Delisi
Oturduğu yerden usulca kalktı ve yüzünü gökyüzüne döndü. Rüzgar sanki bedenini alıp götürecekmiş gibi esiyordu. Bedeni ise ona inat ayakta durmaya çalışıyormuş gibi hafif sallanarak dimdik ayaktaydı. Gözyaşları gözlerinden hırçınca çıkıyor, yanaklarından hızla süzülüp, yüreğine yavaşça akıyordu. Delip geçiyordu yağmur her yerini. Düşündüğü hatıralar yağmurla bir bir akıp gidiyordu içinden. Bir ara hatıraların birinde düşecekmiş gibi oldu. Eğer güçlü olmasaydı biliyordu ki o anda yere yığılıp kalacak ve bir daha kalkamayacaktı. Ölmek onun için aslında bir şey ifade etmiyordu. Ölse de olurdu, yaşasa da. Ölümü düşünmek için önünde yıllar varken o yaşa şimdiden girmişti…
O zaman neye direniyordu? Ölmeyi istiyorsa neden hala yaşıyordu?
Aslında bizim gibi o da bilmiyordu bu sorunun cevabını. Belki de onu yeniden kazanabilirim umudu içindi, yaşamayı seçmesi. Zor bir ihtimaldi belki de ama herşeye değerdi.
Kimse bilmiyordu içinde kopan fırtınaları, yaralandığını, savunmasız olduğunu. Dayanabilir sanıyorlardı oysa o çoktan yenilmişti. Gözyaşları yağmurla birleşip adeta göl oluşturmuşlardı. Saçlarında sanki bir ayrilik ezgisi dolaşıyordu.
Kimdi?
Neden böyleydi?
Neler yaşamıştı hayatın ve gerçeğin soğukluğunda…
Sevginin güzelliğini çoktan unutmuştu. Çok denemişti ondan sonra ama olmamıştı. Yapamamıştı.
Kimdi onu bu kadar yaralayan?
Yakalanamayan bir yüz mü yoksa bir ses mi?
Ondan gelecek tek bir haber bile yeterdi yaşamasına. Zaten bunun için yaşamıyor muydu?
Tek bir ses her şeyi yapmasına yeterdi.
Gel dese gelir, öl dese ölürdü.
Yağmur bir anda dinince, ilişkilerininde bir anda böyle nedensiz ansızın bitivermesini hatırladı.
Hayatında ilk defa mi seviyordu? Değişik bir sevgiydi onunki. Hem seviyor hem de nefret edebiliyordu. Yüreğinde iki zıt duyguyu aynı insan için besleyebiliyordu. Özlemi giderek artıyordu tıpkı denizin duvara hırçınca çarpması gibi özlemleri de kendisine çarparak büyüyordu. Buna bir türlü engel olamıyordu. Delicesine seviyor, delicesine özlüyor, delicesine kıskanıyor ve delicesine kin duyuyordu. Bitmeyen, yoğun duygulardı onun için. Aylardır tek başına sürdürüyordu içinde bu sevdayı. Aslında o bir ölüyü özlüyor ve seviyordu. Ölüden hiç bir farkı olmayan bir kadına böyle delicesine bağlanabiliyordu. Ölü biriydi çünkü onun ne sesini duyabiliyordu, ne kendisini görebiliyordu ve her şeyden önemlisi bir kalbi yoktu.
Kısa bir süre içinde onu etkilemeyi başarmıştı. Önceleri farketmemişti onu bu kadar çok sevdiğini. Güçlü sanıyordu kendini ama her görüşmelerinde yanan bir mum gibi eriyordu yavaş yavaş. Sonuna kadar yanacağını düşünürken bir rüzgarla söne vermişti mum. Çoktan sönmüştü de nedense dumanı hala daha sürüyordu. Ona yenilmişti ve ona karşı çok zayıftı. Karanlık çoktan çökmüştü ama o hala daha aynı yerdeydi. Bu akşam dolunay vardı gökyüzünde ve yıldızlar her zamankinden daha parlaktı. Oysa o bu güzellikleri göremeyecek kadar yastaydı. Bazen boşversede bu sevgiyi, özlem nöbetleri dinmek bilmiyordu. Birden haykırmaya başladı :
“NEDEEEENNN?”
Durmak bilmiyordu defalarca haykırdı en sonunda yoruldu ve yere çöküp ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra, gözyaşlarına engel olamıyordu. Birden sıcak bir el dokundu omzuna. O sandı birden ve aniden döndü ama o değildi.
“Lütfen artık içeri girin”dedi.
Ayağa kalktı ve yavaş yavaş yürümeye başladılar içeriye doğru.
Geride sadece deniz köpüklü, kollarını iki yana açmış, gel bana dercesine bir kadın resmi kaldı deliler hastanesinin o yalnızlık bahçesinde…
15 Temmuz 2011 Cuma
Lal
14 Temmuz 2011 Perşembe
Özgürce Yaşa
Ömür boyu beklersin Tam o an için
Geçmiş uzakta kalmış Yarınsa yaklaşmaz
Kaybetmeye gerek yok Bulmak için
Zaman geçmek bilmez önce Sonra yıllar sayamazsın
Bir bakmışsın geçip gitmiş Hayat
Özgürlüğün zerresinde Varsa dünya çizgisinde
Kaç kez ilkbahar Kaç kez sonbahar
Kaç kez Verir hayat
Anlam değer vermezsin O gün için
Ömür boyu beklersin Mutlu olmak için
Kimse dinletemez bazen Anlatırlarken
Sonra duymak istersin Hepsi gitmişler
Git-miş-ler
Zaman geçmek bilmez önce Sonra yıllar kaçırırsın
Bir bakmışsın geri dönmüş Hayat
Özgürlüğün sesinde Varsa dünya çizgisinde
Kaç kez ilkbahar Kaç kez sonbahar
Kaç kez Verir hayat
Şebnem FERAH
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Bu Aşk Bitmemeli...
Ama böyle düşünüp isyan etmek istemiyorum, çünkü benim gibi birine yakışmaz, bu benim bütün inancıma, düşüncelerime ters. Fakat engel olamıyorum düşüncelerime.
Hayatıma aniden habersizce girdi. Kendime çok engel oldum. Düşünüyorumda ben mi soktum hayatıma yoksa o mu girdi? Ama sanırım o girdi. Engel olamadım çok istedim ama olamadım. Allahım herşey çok karışık ki girdim bir karmaşıklığın içine çıkamıyorum bir türlü. Sudan çıkmış balık gibi çırpınıyorum ama olmuyor, olmuyor, olmuyor.
Ben şuan kendimi yaşamıyorum, başka bir beni yaşıyorum sanki. Çünkü bu ben değilim. Hatta yaşamıyorum sanki.
O varken hayat var, o varken nefes alıp yaşadığımı hissediyorum; o yokken yaşam duruyor benim için. Bunu bana yapmaya hakkı yok, Dayanamıyorum. Allahım.
Acaba burada kalmak için bişeye mi bağlanmak gerekiyo diye düşündüm, belki bir anlık boşluktan yararlanarak hayatıma girdi diye düşündüm. Ankaraya gittiğimde bunun doğru olmadığını öğrendim. Ankara'da ne evde ne de dışarda hiç bir yerde yüzüm gülmedi, çünkü attığım her adımda o vardı aklımda. Dönüş tarihimi uzattım kafamı toplayıp onu unutabilmek için. Çünkü artık mantıklı düşünemiyordum. Ama buda işe yaramadı. Yemin ediyorum ki çok çaba gösterdim çok dualar ettim. O olmayınca bende olmuyorum. Kalbime ve aklıma çoktan girmişti bile hatta çok derinlere. O nu ordan çıkarmak çok kolay olmayacak benim için. Derin izleri kalacak ama bunu yapmalıyım hatta yapmak zorundayım. O çok farklıydı. İnsanlara kendinden çok değer veren, kendinden çok düşünen, her ortamı görmüş bir insandı. O'nun ilk karakterine hayran oldum. Çünkü insanlara çok değer veriyordu, çıkarsızca hemde. Onun yanında insanlık öğrendim, iyilik yapmayı öğrendim, hatta bundan zevk almaya başladım. Ya insandı o benim için bir kere. Ama tek başına bu duygular bişey ifade etmiyor, çünkü Onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Sevdiği insanlar için canını bile verirdi, herkese aynı yakınlıktaydı. Başta beni dost olarak gördü, herkese yaklaştığı gibi yaklaşıyordu. Bense bu güne kadar hiç bir erkeğe davranmadığım, söylemediğim şeyleri söyledim ona. Oysa hala bunları dostça görüyordu. Çünkü aklında ve kalbinde başka birisi vardı. O insanın yerinde olabilmek için inan canımı bile veririm. ANLADIM Kİ BEN ONA KÖRKÜTÜK AŞIK OLMUŞUM.
Önce dostum dedim, sonra kendimi karakterimi ona çok yakın hissettim daha sonra adını koyamadığım bir şeyler hissetmeye başladım. Sonra sevdim onu ama bu kadar aşık olacağım aklıma gelmezdi. Ama oldu.
Onun anlattıklarını dinlemekten çok zevk alıyordum. Çünkü çok farklı ortamdan gelmiş, kendini geliştirip bence mükemmel bir insan olmuş biriydi. Sevdiğinin kötü yanlarını görmez, gözü kör olur derler ya, bunda öyle olmadı. Çünkü gerçekten mükemmel bir insandı o. İçime atmak o kadar kötü birşeydi ki, dayanılmaz bir durum. Arkadaşlarımın hepsi hemen hemen tahmin ediyorlar, ama hiç biri de cesaret edipte bana söyleyemiyorlar. Benim ondan hoşlandığımı eminim ki hepsi anladı ama üzülmeyeyim diye kimse bir şey demiyor. Ankara'dan döndüğümde herşey o kadar karışmış ki, hiç ummadığım bir insan, arkamdan hançerledi beni sanki. Elim kolum bağlı kaldı. Çünkü onu çok seviyordum. Yani öyle bir girdabın içine düştüm ki çok çırpınıyorum fakat kurtulamıyorum. Gün geçtikçe daha çok eriyorum. Her şeyi denedim bu girdabın içine girmemek için, ondan uzaklaşmaya çalıştım ama aklım gözüm sürekli üzerindeyken bunu yapmak o kadar zor ki. yapamadım. Yanındayken hiç bir yere gitmek istemiyorum. zaman dursun istiyorum. Bu işin olmayacağını bile bile istiyordum. Çünkü böyle bir şey hiç bir zaman olmayacak hemde hiç bir zaman. Bense bunu bile bile kendimi tutamıyorum, kalbime söz geçiremiyorum. O kadar bunaldım ki tama diyorum bu sefer yapacağım, ona dostça yaklaşacağım. Çünkü ondan tamamen uzaklaşıp onu kaybetmek istemiyorum. O benim yarim olmasa da dostum. Onu hepten kaybetmek istemem, onun bana baktığı gözle bakayım ona diyorum, bu sefer başaracağım diyorum. AMA SONRA CANIMIN ÇOK YANDIĞINI HİSSEDİYORUM. Hemde çok. Allahım bunu yapabilecek gücü ver bana, diye hergün dua ediyorum. edicemde. Artık yaşama dönmem gerekiyor. Yaşayan bir ölü oldum çıktım. Oysa bunların farkında bile değil..."
12 Temmuz 2011 Salı
Hamuş ve Bişnev
Hamuş!.. Dedi Mevlana kendisine Hamuş!... Yani Suskun!... Sustuğu yerde açıldı kapılar, önüne serildi ışıltılı kelimeler, kalbi duygular… Hamuş!.. dedi sustu Mevlana… Sustu ve kapandı karanlıklara… Karanlıklara Şems doğdu sonra… Baktı… Gördü… Adına Aşk dedi… Candan özge candan öte olana… Yaprakta tohumu, damlada okyanusu gördü sonra…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Sözün bittiği yerde, noktanın konduğu yerde susmuştum bütün kelimelerimi. Anlatmak yormuştu nazenin bedenimi… Anlaşılamamak ise en çok yüreğimi. Sustuğu yerde anlaşılmaktı belli ki bütün derdi…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Seni anlatmayan bütün kelimeleri susmuştum. Senle başlamayan bütün cümleleri bir bir bozmuştum. Şems ol da gel karanlıklarıma doğ diye ummuştum… Umutmuşsun!.. Unutmuşum!...
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Suskunluğum verilene rıza göstermekti… “İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta” diye başlayan o tekerlemeye eşlik etmekti. İyi ve güzeli sana kötü ve çirkini kendisine seçmişti… Suskunluğun bedeli sadece bu seçimdi…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Dün’ü dünde bırakmak adına…”Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”dı. Aşk! Demiştim sonra Aşk!... Aranan bulunmuştu… Beklenen gelmişti… Aşk vardı ve ötesi çoktan unutulmuştu!...
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Sana da Şems diyecektim belki… Kör kuyulara atılmasaydın bütün karanlığına rağmen görecektin güneşi… Kapattın gözlerini, kestin attın son yanında yeşeren düşlerini… Şems olmak kolay mıydı canı canana teslim etmeden? Kendinden geçmeden aydınlanır mıydı kör karanlıklar, açılır mıydı kilit vurulmuş kapılar…
Hamuş!.. Demiştim ben de kendime. Sonra “ne olursan ol yine gel” demiştim… Önce kendine sonra kendindekine. Kendini bilmekti marifet… Kendini bulmaktı meziyet… Dev aynasında değil, boy aynasında seyretmekti asıl kendini keyfiyet…
Sonra “Bişnev!” dedi Mevlana… “Dinle!..”
Sonra “Bişnev!” demiştim ben de!... Dinle!... Hamuş ol dinle!.. Kendin ol dinle!... Tövbe et dinle!... Affet dinle!...Ama dinle!... İlle de dinle!...
Sath-ı müdafaada meşruiyet aramak senin neyine!...
Dinle!.. Hataya bedel, günaha kefaret biçmek senin neyine!...
Dinle!..Yenilen hakkı hukuku arşına endazeye, kiloya, grama, grata vurmak senin neyine!...
Dinle!.. Cüceler dev, ayaklar baş olmuşsa cüceyle boy, devle güç yarışına girmek senin neyine!...
Dinle!.. Akıllar uçmuş, fikirler gitmiş, duygular yerle yeksan olmuşsa, namus, edep haya, en çok da namustan, edepten, hayadan, akıldan fikirden yoksunların eline düşmüşse konuşmak senin neyine!
Sus ve dinle!..
Hamuş ve bişnev!..
Yangın yerine bak!.. Ateşten, külden, kordan ne var elinde!.. Pervane değilsen yaklaşma sakın ateşe!… Can’ı Canan’a teslime hazır değilsen “ben Aşk’ım” deme kimseye… Aşk gelmesin seninle dile… İncinmesin ne Mecnun ne Leyla ne gül ne de diken seninle!.. Ayağıma diken batacak diyorsan düşme çöle… Ah u zar ederim diyorsan çekme gözüne sürme!.. Talipsen kara bahta kör talihe…Dinle!
“Gel, gel ne olursan ol yine gel!...” diyorsan, “Hamuş!...” ol sen de… Sonra da “Bişnev!...” de en sevilene!...
Ve semaya dursun yürekler Aşk’ın önünde…
NazeniN
Firar
Mektubum güvercin oldu vardı gizlice
Gel diyor, geç olmadan gel, geçiyor yıllar
Böyle başladı, dönülmez bu müthiş firar
Madem ki yeminimiz var, madem aşk mukadder
İşte geldim, bilmesinler yarına kadar
Bil ki artık dönüşüm yok, gitti son vapurlar
Sakla beni, bulmasınlar sabaha kadar
Belki herkesin dilinde şimdi bu firar
Belki verildi kararım, belki yoldalar
Kaçsam Bırakıp.
Senden uzak yollara gitsem
Kalbim yanıyor
İsmini her kimden işitsem
Derdinle ufuklarda sönen
Gün gibi bitsem
Kalbim yanıyor
İsmini her kimden işitsem
Mazi Kalbimde Yaradır.
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır
Ne göğsünde uyuttu beni
Ne bûseyle avuttu beni
Geçti ardından uzun yıllar
O kadın da unuttu beni
Sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden
Bir hazin maceradır onu aldılar elden
Başkasına yâr oldu, eller bahtiyâr oldu
Gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu
11 Temmuz 2011 Pazartesi
Öyle Özledim ki Seni
Duymadan o güzel sesini, uyku girmiyor işte bu yorgun gözlerime.
Sabah gözümü ilk açtığımda elim hemen telefona gidiyor, acaba aradı mı? Diye.
Ama her defasında senin dışında onlarca kişi görüyorum telefonuma numaralarını cevapsız diye bırakan. Öyle özledim ki, sesinin sesimdeki yankısını!
Çocuksu gülümsemene neden olan maymunluklarımı…
Beni sevme şeklini öyle özledim ki… Bu lanet dünyada her geçen gün soğuyor insan hayattan, yaşamaktan.
Çünkü hiçbir şey istediğimiz gibi gitmiyor maalesef.
Dünyanın adil olmasını bekliyoruz, hani hiç değilse bize zarar vermemesini, huzurlu olmayı…
Ama sanırım sabır taşı misali, bizi tam ortamızdan çatlatmaya niyetli. Öyle özledim ki, gözlerinin içine bakarken gözlerimden durduk yerde yaş gelmesini…
Neden ağlıyorsun derdin, deli misin sen?
Gözlerine bakınca neler gördüğümü bir bilsen,
Sen olsaydın benim yerimde,
mendil dayanmazdı gözyaşlarını silmene herhalde. Öyle özledim ki seni aradığımda sesindeki neşeyi…
Kuşum derdin, özledin mi beni derdin.
Bende belki tam anlatamam sana olan hasretimi diye
Nasıl özlediğimi, seni nasıl sevdiğimi ispatlayayım diye hep yemin ederdim. Güzel gözlüm, öyle özledim ki seni…
Yüreğim bir mecal kaldı şimdi.
Her gece yatağıma geçip çalmasını bekliyorum lanet telefonumun.
Her gece yalvarıyorum Allah ıma, bir an önce geçsin bu dertler bu sıkıntılar diye…
Ve her gece uykuyu haram ediyorum gözlerime. A kadınım, öyle özledim ki seni…
Tıraş bile olmuyorum eskisi gibi.
Batıyor sakalların git kes öyle öp beni derdin.
Öptürmezdin gül yanaklarını sinek kaydı olmadan yüzüm.
Ama geri döndüğümde de kokumu içine çekerek öyle bir öperdin ki beni, hep öyle kalalım isterdim. Sevdiğim, öyle özledim ki seni…
Sesini, nefesini, bana doğru kurduğun cümlelerin her bir kelimesini…
Şimdi bekliyorken senden gelecek tek bir seslenişi, nasıl zor bir bilsen,
Nefes alıp verdiğimde hasret ciğerlerime yakıyor, özlem saçlarımdan tutup çekiştiriyor.
Sensin onun dermanı diyor içimdeki ses her gece. Canımın taaaa içi, öyle özledim ki seni…
Her derdini alırdım üstüme, sen üzülme sen yorulma sen düşünme isterdim, ben bakarım çaresine…
Yeter ki gülsün yüzün derdim, ben meydan okurum senin için bu alemin cümlesine… Kurban olduğum, aşkların en güzeli, bir tanem, gül bakışlım, kalbimin birincisi…
Öyle özledim ki seni, sesini, nefesini…
Haydi geri dön artık ta, mutluluktan kes şu nefesimi… Ömer Köroğlu
Tuzlu Kahve
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasindan konusamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı..
"Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.."
Yan masalardan bile şaşkin yüzler delikanliya bakti..
Kahveye tuz!..
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi..
Delikanlı anlattı:
"Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocuklugumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı.
İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri..
Kız da konusmaya basladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocuklugu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak.. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.. Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde oldugu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadilar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdigini biliyordu çünkü.. 40 yil sonra, adam dünyaya veda etti.
"Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında..
"Sevgilim, bir tanem..
Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatimda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?.Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, degiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanin bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İste gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı.
Lafı açıldığında birgün biri, kadına "Tuzlu kahve nasil bir sey" diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının..
"Çok tatlı!.." dedi..
Aşk
8 Temmuz 2011 Cuma
Sevgiliye Can Vermek
Şems-i Tebrizi (1185 - 1247)
Daha küçük yaşlarda manevi ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf’a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine “Şemseddin Perende” uçan Şemsed din denilmiş, ayrıca Tebriz’de tarikat pirleri ve hakikat arifleri ona “Kamil-i Tebrizi” adını vermişlerdir.
Daha sonraları Secaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selahaddin Mahmut ile büyük alim ve ünlü mutasavvıf Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Centli Baba Kemal’e intisap ederek onlardan feyz almıştır. Hz. Muhammed (S.A.V.)'in ahlâkını örnek alan Şemseddin-i Tebrizi, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevi bir işaret üzerine de Hz. Mevlana’yı arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlana ile üç- üçbuçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onun ilahi aşkın potasında eriterek, kamil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur.
Teferruatıyla daha önce anlattığımız şekilde, Mevlana’da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler, onun Mevlana’dan ebediyeyen ayrılmasına sebep oldular. Şems Hicri 645 Miladi 1247 tarihinde şehit mi edildi, yoksa geldiği gibi, kimseye haber vermeden Konya’yı mı terk etti kimse bilmez.
Bu gün Konya’da Şems makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevilerce Mevlana türbesinden önce ziyaret edilen bu mescit-türbe de mevcut sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey”in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı medfundur, bu da bilinmez. Bilinen gerçek odur ki, Allah velilerinin kalblerde yaşadığıdır.
Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şem’e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak tebriz’de Geçil denilen mezarlıkta, Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Pakistan’lıların söylediklerine göre de Şems, Konya’dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, önce Tebriz’e oradan da Hindistan’a gelmiş, meczup ve perişan yıllarca ormanlarda dolaştıktan sonra Multon şehrinde ölmüştür.
Belh'ten Konya'ya
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.
Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.
Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.baktabul
Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
Mevlevilikte Sema nedir? Nasıl yapılır?
Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur Böylece XV.yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ ne daha sonra sadece XVII.yüzyılda Nâ’t- ı Şerîf eklenmiştir.
Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder.
Mutrıb ve semâzenlerin şeyh postunu selâmlayıp, semâhânede yerlerini almalarından sonra şeyh efendi semâhâneye girer, mutrıb ve semâzenleri selâmlayıp posta oturur.
Mutrıbdaki saz grubu asıl olarak neylerden oluşur. Bulunduğu takdirde bu heyete rebab, kanun, tanbur gibi diğer sazlar da ilâve edilir. Neyzenlerin başında bir neyzenbaşı, âyinhanların başında da kudümzenbaşı vardır. Bütün mukaabeleyi kudümzenbaşı yönetir. Âyinhanlar iki veye üç kudümle usûl vurarak eseri okurlar. Ayrıca âyinhanlardan biri halîle (zil) ile, bir diğeri de zilsiz def (bendir) ile usûle iştirak eder.
Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiridir. XVII.yüzyılda bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği
bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur
Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir.
Na`’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder.
Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, sema’ meydanında sağdan sola doğru dârevî bir yürüyüşe başlarlar. Semâ’ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir.
Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım daireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ üzerine basılmaz
Dördüncü bölüm, Sultan Veled devridir. Bu, Semazenlerin birbirine üç kere selam vererek, bir peşrevle dairevi yürüyüşüdür. Şekilde gizli ruhun ruha selamıdır...Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna “Mukâbele” denir.
Postun tam karşısında Hatt-ı İstivâ’nın sema’ meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hatt-ı İstivâ’ya basmadan yürüyüşüne devam eder.
Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır. Bu devirler, şeyh denilen mânevî terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakîkat’i “İlm-el Yakîn” olarak bilişi, “Ayn-el Yakîn” olarak görüşü, “Hakk-al Yakîn” olarak da O’na erişi sembolize eder.
Kudümzenbaşının Devr-i Veledî’nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar.
Semazen üstündeki siyah hırkayı çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakkamını temsil eder. Böylece Allah`ın birliğine şehadet eder
Semâzenler tek tek şeyh efendinin elini öperek izin alır ve sema’a başlarlar.
Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin eder.
I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir
II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.
III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.
IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur.
IV.Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.
Bu arada IV.Selâm bitmiş, Son Peşrev ve Son Yürüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır
Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer.
Şeyh Efendi’den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terkederler
Hiç Beklentisiz Sevdiniz mi?
Onun, size ait bir mal olmadığını kabul edip, onu özgür yaşamı ile denediniz mi? Yanında ki kız arkadaşına aldırmamayı... öğrenip, ama aldırmıyormuş gibi yapmadan, gerçekten aldırmadan,- bitecekse biter, bunu ben değiştiremem, beni sevmeyi bırakmasını değiştiremeyeceğim gibi -diye düşünüp.
Onu yersiz kıskançlıklara boğmaktan ve kendinizi yıpratmaktan vazgeçe bildiniz mi hiç?
Hiç beklemeden çalan bir kapıda Onu karşınız da görmek ne güzeldir bilirmisiniz?
Beklemediğiniz bir anda hediye almak en sevdiğinizden..
Ve beklemeden gelen bir 'seni seviyorum 'mesajının tadına varabildiniz mi hiç?
Siz istediğiniz için değil, O istiyor diye yapıldı mı tüm bunlar?
Ve beklentisiz sevmemin tadına bakabildiniz mi hiç?
Bugün beni hatırlamadı yerine..-hiç beklemiyordum , senin geleceğini -diyebilmek ne güzeldir oysa..
Onu boğmadan, kendinizi boğmadan , sevebilmek ne güzeldir.. Sahiplenme duygusundan uzak, sevmemim, sevilmemim tadına varabildiniz mi hiç?
Yapılmamış davranışlar, söylenmemiş sevgi sözcükleri ile kendi kendimizi aşk çıkmazında kaybedeceğinize, Hiç beklenmeyen bir demet çiçekle mutlu oldunuz mu?
Beklentisiz sevin..
Ben beklentisiz seviyorum..
Niye aranmadım diye düşünüp kendini kendinizi yiyeceğinize Hiç beklenmedik bir 'seni özledim 'mesaji ile aşk ı yakalayın..
Beklentisiz sevin.. Ben beklentisiz seviyorum..
O sizin sevgiliniz oldu için değil.. Ona tapulu malınız gibi. Cantanız, arabanız gibi davranma hakkınız olduğunu düsünmeden.
Onu sevdiğiniz,onun da sizi sevdiği için ,sevin..
Sevgiye karışan beklenti denen illeti hemen silin aşkın ak sayfalarından..
Göreceksiniz ki O zaman aşk başka bir güzel..
Göreceksiniz ki , O zaman sevgili daha bir romantik..
Göreceksiniz ki O zaman sevmek ve sevilmenin damaklarda bıraktığı tat,
Yıllanmış şarap gibi, Beklenti zehrine karışmadan bir başka döndürüyor insanın başını..
Ben beklentisiz seviyorum..
Onun nerede olduğunu merak etmiyorum..
Beni bugün neden aramadı diye geçirmiyorum içimden, aramadığı zamanlar da..
Geleceğe dair hayallerimde yok saten.. Ben sevgiyi yaşıyorum.. Onun yanımda olduğu anlar o kadar değerli ,o kadar kıymetli ki..
Gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek beklentilerle mahvetmiyoruz o anları..
Beklentisiz seviyoruz..
Sevdiğimiz için seviyoruz..
Hayalsiz,, geleceksiz, beklentisiz..
Anlık seviyoruz..
Deneyin..
Beklentisiz, sevmeyi deneyin bir gün..
Beklentilerle boğduğunuz aşklarınıza acıyacaksınız…
Çiğdem SAÇ